«BEDİÜZZAMAN İLE NEDEN UĞRAŞTILAR?
Bilindiği gibi Tanzimatla birlikte bizde bir Avrupalılaşma hevesi başgöstermişti. Gerçi Bediüzzaman Hazretleri yukarıda da arz ettiğimiz gibi [yani bir önceki tefrika edilmiş yazıda] ilim ve teknikte Avrupa’nın örnek alınmasına karşı değildi. Bediüzzaman, aynı zamanda hürriyetin de hararetli bir taraftarıydı. Hürriyet hareketinin başlangıcında Şarktaki aşiretleri dolaşarak bu hareketi müdafaa ediyor, bu hususta eserler telif ediyordu. Fakat diğer taraftan da Üstad, hürriyet hareketinin öncülerini de “Meşrutiyeti, meşruiyet ünvanıyla telakki ve telkin ediniz. Tâ, yeni ve dinsiz bir istibdad, pis eliyle o mübarek ağrazına siper etmekle lekedar etmesin” şeklinde beyanlarıyla ikaz ediyordu. Daha sonra 1935 yılında Eskişehir’de muhakeme edilirken cumhuriyet hakkındaki fikri sorulduğu zaman verdiği karşılık şu olmuştur: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu, elinizdeki Tarihçe Hayatım isbat eder!” (Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 304) Fakat Bediüzzaman Hazretlerinin anladığı hürriyet ve cumhuriyet, sadece isimden ibaret bir hürriyet ve cumhuriyet değildi. İstibdad sadece isim değiştirmek suretiyle başka bir kılıkla karşımıza çıkacak olduktan sonra, o isimden ibaret hürriyetin, meşrutiyetin ya da cumhuriyetin ne mânâsı kalırdı! Bu, meselenin bir tarafı… Diğer taraftan, cemiyet bünyesinde yeni bir tanzim hareketine girişilirken, çok dikkatli davranmak gerekiyordu. Aksi takdirde başlangıçta az da olsa girişilecek menfi hareketlerin, ileride büyük ve vahim neticeler doğurması kaçınılmazdı. İşte, yukarıya aldığımız beyanında “hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimâiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübâlilik göstermeleriyle, yirmi otuz sene sonra; dince, ahlakça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinde…” diyerek Üstad bu hakikate işaret etmekte ve Cumhuriyetçilere, aynı hataya düşmemeleri için ikazda bulunmaktadır. Fakat o zaman hakim olan zihniyet için cumhuriyet de Avrupalılaşmak da başka manalar taşıyordu. Tekniğiyle, medeniyetiyle değil, âdet ve inançlarıyla Avrupalı bir millet meydana getirilmek isteniyordu. Günün moda tabiriyle “asrileşecek”, “küçük bir Amerika” olup çıkacaktık. Bediüzzaman Hazretlerine göre asrileşmek, başka bir millet olmaya çalışmaktan çok farklı bir şeydi. Üstelik onun ideali, “küçük bir Amerika” çerçevesine sığdırılamayacak kadar da genişti. Batılılar bugünkü medeniyet seviyelerine öküz arabasıyla geldiler, biz balonla uçarak kısa zamanda onları geride bırakacağız diyordu Üstâd.» (Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 31-32) «Bütün milleti, bütün İslâm âlemini, bütün insanlığı, hatta bütün mahlûkatı kucaklayan bir gönül: İşte Bediüzzaman Said Nursî burdur! Böyle bir gönül genişliği içinde Üstad, dünyanın geçirmekte olduğu ve yurdumuzu da tesiri içine alan bir büyük buhran karşısında bigâne kalamazdı. Bilhassa baştaki idarecilerin bu buhranı teşhis etmekten ve milletin istikbalini görmekten aciz kaldıkları bir devrede Bediüzzaman Said Nursî gibi ileri görüşlü bir alimi, ikaz vazifesini yerine getirmekten zindanlar da alıkoyamazdı. “Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı, İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garb’ın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.” (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 553) “Büyük Kafalar”, Üstad Hazretleri’ni susturmak için çareler araştırırken o, böyle şeylere ehemmiyet vermiyordu. Bediüzzaman nefsine gelecek tehlikeler sebebiyle vatan ve millet hizmetinden geri duracak bir kişi değildi. Onun fedakârlığının ne büyük ölçülere ulaştığını anlatmak bu sütunların kârı değildir. Bir örnek olarak, Afyon hapsinde maruz kaldığı muamelelerden bir nebze söz etmek isteriz. Üstad Hazretleri hakkında Denizli Ağır Ceza Mahkemesindeki muhakemesinde ittifakla beraat kararı verildikten ve eserleri kendisine iade edildikten sonra, 1947 nihayetinde arasında bizim de bulunduğumuz talebeleri ile birlikte tekrar tevkif edildi ve Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde muhakemesine başlandı. Muhakeme sırasında Üstad, Afyon Cezaevinde 20 ay kaldı. Bu 20 ay zarfında, o sıralarda 75 yaşında bulunan ve hasta olan Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatına kastetmek için her türlü çareye başvuruldu. Pencerelerin buz tuttuğu şiddetli kış günlerinde Üstad, altmış kişilik sobasız bir koğuşta yalnız başına bırakıldı, talebelerinden bir tek kişi ile görüşmesine izin verilmedi. Bu şartlar altında, Üstad’ı bir de yemeğine zehir katarak öldürmeye teşebbüs ettiler. Şiddetli zehrin acısıyla kıvrandığı sıralarda bile yanına kimse bırakılmadı. Onunla görüşmeye te teşebbüs eden talebeleri insafsızca kırbaçlandı. Bunlar başkasından dinlediğim hikâyeler değil. İçinde bulunduğum, gördüğüm, şahit olduğum hadiseler… O zaman on sekiz yaşındaydım.» (Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 34-35) «“Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cenneti de istemem, orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 554) Uğradığı bütün muamelelere rağmen, Üstad Hazretleri davasından bir an geri durmadığı, bir nebze fedakarlık etmediği gibi, bu muameleleri kendisine reva görenlere karşı da gönlünde hiçbir zaman kin ve intikam hissi beslememiştir. Dedik ya, o gönül, kainatı kucaklayan bir şefkat abidesi! Kin, intikam ve şahsi garazlar o gönülde kendine yer bulamaz!» (Mustafa Sungur, Söz Bediüzzaman Said Nursî’nin! Anarşi Sebep ve Çareleri, s. 37)
Selam ve dua ile.
Nurani Müdafa
Tanzim ve Tasnif: Abdulkadir Çelebioğlu
Comments