top of page
Abdulkadir Çelebioğlu

BEDİÜZZAMAN'A GÖRE AYASOFYA CAMİİ

Güncelleme tarihi: 24 Tem 2023

Ayasofya Camii ve onun açılması için sarf edilen çabalar, gayretler, çalışmalar içinde maalesef bir Dâvâ haline gelen Ayasofya meselesinde ismi az zikredilen, lakin bu dâvânın mümessili olan bir kişi vardır ki, o da Üstâd Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’dir.

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatının her safhasında bu dâvâyı güttüğü görülmektedir. Bunu bizzat eserlerinde görmek mümkündür.

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin âleminde Ayasofya’nın yerinin ne olduğu konusu üzerine ne kadar yazılırsa yazılsın azdır, yetersizdir. Bu dâvâ uğruna çaba sarf eden bir mücâhid-i âlî-cenabı anlatmak ve bunu anlatmaya çalışmayı bir vazife addederek bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.

Bediüzzaman Hazretleri’nin ismi bu meselede yeterli düzeyde bilinmemektedir. Birçok zât Ayasofya dâvâsını müdafa için serd-i kelam etmişse de Üstâd Bediüzzaman Hazretleri sadece sözle kalmamış, dâvâsını bizzat yaşamıştır. Hayatı ile fiilen hüsn-ü misal olmuştur. Halkımız, Ayasofya’ya dair söylenmiş süslü cümleleri daha çok tanımış, bu dâvâyı ilk başlardan itibaren sahiplenen ve bu konuda çalışan Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’ni yeteri kadar tanıyamamıştır.

Bir diğer sebep ise; Bu konuda Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin görüşleri insanlara ulaştırılamamıştır.

Ve birçok sebep sayılabilir ama biz onları saymaktan ziyade mevzuya girerek Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Ayasofya misyonunu bir derecede olsa izaha çalışmak istiyoruz.

Bediüzzaman Hazretleri’nin Gözünde Ayasofya Nedir?

«Bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’ân ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılınçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı olan Ayasofya Camii…» (Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s. 385) der. Ayasofya, sadece bir camiden ibaret değildir; taştan ibaret bir bina değil, bir özdür aslında.

Sünuhat eserinde ise Ayasofya için şöyle der; “Ayasofya gibi milyarlara değer mukaddes bir bina…” (Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat Tüluhat İşârat, s. 29; Âsâr-ı Bedîiyye, s. 132) Çok orijinal ve yerinde bir tabir. Evet, aynen öyledir. Ayasofya Camii, ‘milyarlara değer mukaddes bir bina’dır.

Bir başka eserinde de Ayasofya bahsi ile ilgili şunlar geçmektedir; “Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirane zulmüne karşı hıyânet etse, Ayasofya’ya iltica etse; milyarlara değer o mukaddes binayı harab eder.” (Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bedîiyye, s. 116)

Burada da ‘milyarlara değer o mukaddes bina’ diye vasıflandırılmıştır Ayasofya Camii.

Ayasofya konusu ile ilgili Selahattin Çelebi Ağabey’in anlattığı bir hatıra ise şöyledir;

«“Üstad’ı ziyaretimin birinde Ayasofya hakkında düşüncelerini sormuştum. ‘Keçeli, keçeli’ diye güldü. Sonra birden ciddileşerek ‘Ayasofya, Hristiyanlığın, İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir.’ dedi.» (Mufassal Tarihçe-i Hayat. c. 3, s. 2082; Bkz. Son Şahitler, c. 2, Selahattin Çelebi’nin Hatıralarından)

Burada Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin kullandığı şu kelimeler çok mühimdir;

“Ayasofya, Hristiyanlığın İslâmiyete devir ve tesliminin bir âbidesidir. Bunun için kilise iken cami olmuştur. Elbette tekrar camiye çevrilecektir.”

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin i̇stikbale dair verdiği bir çok haber Allah’ın izn û inayetiyle vukua gelmiştir. Ve “Elbette tekrar camiye çevrilecektir” şeklinde Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin verdiği müjde de Elhamdülillah vukua gelmiştir.

Aynı zamanda «Sonra gider Ayasofya gibi gayet muazzam bir camiye, Cuma gününde dâhil olur.» (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 185) şeklindeki ifadelerine mutabık olarak da 10 Temmuz 2020 Cuma günü Ayasofya Camii’nin açılması kararı alınıp, 24 Temmuz 2020 Cuma günü seksen altı yıl sonra ilk Cuma Namazı kılındı.

Şimdi de bazı başlıklar altında Bediüzzaman Hazretleri’nin Ayasofya misyonunu analiz etmeye çalışalım.


Birinci olarak, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri imanî bahislerde misal verirken bile ‘Ayasofya’dan misal vermektedir. Şu yerler bu konumuza örnektir;

«Nasıl ki mesela, Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve sanatına tabi olmazlarsa her bir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik sanatında bir mahareti ve sair taşlara hem mahkûm hem hâkim olmak, yani “Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için baş başa vereceğiz.” diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır.

Öyle de binler defa Ayasofya kubbesinden daha sanatlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, kâinat ustasının emrine tabi olmazlarsa her birine Sâni’-i kâinat’ın evsafı kadar evsaf-ı kemal verilmesi lâzım gelir.

Feyâ Sübhanallah! Zındık maddiyyun gâvurlar bir Vâcibü’l-vücud’u kabul etmediklerinden, zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmeye mezheplerine göre muztar kalıyorlar. İşte şu cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktır.» (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 554)

Misalde herhangi bir cami değil de özellikle ‘Ayasofya’ Camii üzerinde durulmuştur. ‘Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve sanatına tabi olmazlarsa her bir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik sanatında bir mahareti ve sair taşlara hem mahkûm hem hâkim olmak’ şeklindeki ifadeler de aynı zamanda bir hakikate işaret eder. O da şudur ki;

II. Selim döneminde (1566-1574) yorgunluk ya da dayanıksızlık belirtileri gösterdiğinde bina, dünyanın ilk deprem mühendislerinden biri sayılan Osmanlı baş mimarı Mimar Sinan tarafından eklenen dış istinat yapılarıyla (payanda) takviye edilerek, son derece sağlamlaştırılmıştır. Günümüzde binanın dört tarafındaki toplam yirmi dört payandanın bir kısmı Osmanlı dönemine, bir kısmı Doğu Roma İmparatorluğu dönemine aittir. Bu istinat yapılarıyla birlikte Sinan, kubbeyi taşıyan payeler ile yan duvarlar arasındaki boşlukları kemerler ile besleyerek kubbeyi iyice sağlamlaştırmış ve binaya iki geniş minare (batı kısmına), hünkar mahfili ve II. Selim’in türbesini (güneydoğu kısmına) eklemiştir (1577). III. Murat’ın ve III. Mehmed’in türbeleri ise 1600’lerde eklenmiştir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Mimar Sinan’a atıf yapması bu hakikate delalet etmektedir.

Bir başka misal ise şudur;

«Mesela, Ayasofya gibi kubbeli bir caminin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması, bir ustaya verilse o vaziyeti onlara kolayca verebilir.

Eğer o vaziyete girmesi, taşlara havale edilse her bir taş umum taşlara hem hâkim-i mutlak, hem mahkûm-u mutlak olmak lâzım gelir. Tâ ki birbirine baş başa verip muallakta durabilsinler. O halde o ustanın kolayca gördüğü işini görmek için yüz usta kadar, yüz derece işinden daha ziyade işler görülecek, sonra o vaziyetler alınacak.» (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 323)

Burada yine bir imanî hakikat anlatılırken, ‘Ayasofya’ misali ile mesele anlatılmıştır. ‘Ayasofya gibi kubbeli bir caminin kubbesindeki taşlarını durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması, bir ustaya verilse o vaziyeti onlara kolayca verebilir.’ der Üstâd Bediüzzaman. ‘kubbe’nin ‘muallakta durdurması’ meselesi yine Ayasofya’nın tadilat geçirdiği döneme atıftır.

Mimar Sinan’ın Ayasofya’ya istinad duvarları eklemesinden itibaren Ayasofya’nın merkezi ve kubbesi hiç çökmemiştir.

Bir başka Ayasofya temelli misal ise şudur;

«Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse her bir zerreye bir uluhiyet lâzımdır. Mesela, Ayasofya’nın bânisi inkâr edildiği takdirde, her bir taşı bir Mimar Sinan olması lâzım geliyor.» (Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevi-i Nuriye, s. 72)

Ayasofya’nın ilk yapılan halinden çok az parçalar kalmıştır. Ayasofya’nın ilk halinden sonra Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında İstanbul’un tarihî yarımadasındaki eski şehir merkezine Ayasofya’nın şu anki halinin ilk şekli inşa ettirilmiştir. Bazilika planlı bir patrik katedrali olup 1453 yılında İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra Fatih Sultan Mehmed Han tarafından camiye dönüştürülmüştür. Fatih Sultan Mehmed Han Ayasofya Vakfiyesinde, Ayasofya’nın kıyamete kadar cami olarak kalmasını istemiş ve Molla Güranî’nin hattıyla Arapça olarak ‘Ayasofya Vakfiyesi’ hazırlanmıştır. 6.5 metre uzunluğunda ve ceylan derisi üzerine yazılması gibi çok hususiyetleri vardır.

24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı kararıyla müzeye çevrilmiştir. Ve 10 Temmuz 2020 tarihindeki kararname ile Ayasofya asliyetine dönmüş yani camiye çevrilmiştir. 24 Temmuz 2020 Cuma günü de, ilk Cuma Namazı kılınarak ibadetler yapılmaya başlandı.

1935 yılından 2020 yılına kadar müze olarak kalmış olan 2020 yılında cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle tekrar cami statüsünü Elhamdülillah kazanmıştır. Ayasofya Camii’ne mimari bakımdan bakacak olursak, merkezî planı birleştiren kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır.

Mesnevî-i Nurîye’de geçen mezkûr ifadelerin Abdülkadir Badıllı Tercümesinde ise şu şekilde ifadesi görülmektedir;

“Görmez misin ki; Ayasofya kubbesindeki taşların bâni ve ustası nefy edildiği zaman, o kubbenin her bir taşı Mimar Sinan gibi birer mahir usta kesilmesi lazımdır.” (Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nurîye s. 164)

Burada aynı zamanda ‘Mimar Sinan’ın ‘mahir usta’lığına da işaret edilmiş olup, eğer ki o camiyi yapan bir usta olmaz ise; o kubbenin her bir taşının Mimar Sinan kadar mahir bir usta olması gerektiğine vurgu yapılmıştır. Tevhidî bir derste bile ‘Ayasofya’ vurgusu yapmaktadır Üstâd Bediüzzaman.

Bir başka misal verme konusunda yine ‘Ayasofya’ üzerinden misalini şu şekilde verir Üstâd Bediüzzaman;

“Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır.” (Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nurîye, Tercüme: Abdülkadir Badıllı, s. 438)

Lemaat eserinde verdiği misal de ‘timsali Ayasofya kadardır’ der;

“Bir saattan ki timsali Ayasofya kadardır. Bir sineğin hilkati hayretfezadır filden, o mahluk-u bîfasal.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 728)

İçinde çok güzel müjdeleri de barındıran şu yerler ise bir misal olmaktan da ötedir;

«Mesela Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden, mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup caminin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebilerin eğlence-perest seyircileri bulunsa bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’an’dan bir aşır okusa o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek.» (Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 413)

Yukarıda geçen ‘Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden, mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zaman’ denilmektedir. 24 Temmuz 2020 Cuma günü ilk Cuma Namazı ile birlikte Ayasofya yeniden mânevîyatına ve asliyetine döndü. Ve orada saf tutanlar için dikkat edelim ki şöyle diyor; ‘ehl-i fazl ve kemalden, mübarek ve muhterem zatlarla dolu’.

Ve aynı paragrafta geçen şu ifadeler ise ibretamizdir; ‘bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dâhil olsa; eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’ân’dan bir aşır okusa o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar.’ Ayasofya’nın açıldığı 24 Temmuz günü bir adamın cami içine girip ve cemaate dahil olup, güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur’ân’dan bir aşır okuyacağına işaret var. Ve o aşır okuduktan sonra, ehl-i hakikatin nazarları aşır okuyan kişiye döner. Bu hal üzere hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar.

Paragrafın sonunda geçen şu ifadeler ise gayet açık ve nettir; “Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek.” Bir kişinin camiye girip, cemaate dahil olup sonra da Kur’ân’dan bir aşır okuması bazı kimselerin hoşuna gitmeyecek. O bazı kimseler ise [istihracen şunlardır];

1 – ‘haylaz çocuk’ fıtratlı kimseler [veya o kişiler misalde ‘haylaz çocuk’lara benzetilmiş]

2 – ‘serseri mülhidler’ yani başıboş dinsizler

3 – ‘tek tük ecnebiler’ yani Müslüman olmayan kesimin içinden de bir kısmıdır.

Cümlenin sonunda geçen ‘hoşuna gitmeyecek’ tabiri “Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasalar da Allah, nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz.” (Tevbe Sûresi 32. Âyet-i Kerîme Meâli) meâlindeki âyeti akla getiriyor.

Ayasofya’nın ibadete açılıp, cami olması aynı zamanda ‘Küfre karşı İslâm’ın galebesi’ne de işaret eder.

Mesela Rüştü Tafralı Ağabey’in naklettiği şu hatıra konumuza ışık tutmaktadır;

“Üstâdımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Zübeyir Gündüzalp Ağabey ve diğer Ağabeylere bir gün şöyle demişti;

‘Ayasofya mutlaka açılacak inşaallah. Onun açıldığı gün Masonların Türkiye’de mağlub olduklarını anlayacaksınız.’ ” (Hatırayı 1990’da Rüştü Tafralı Ağabey’den bizzat Ali Kemal Pekkendir Ağabey dinlemiştir.)

Yine bir başka misal de, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri başka cami ismi vermek yerine özellikle ‘Ayasofya’yı misal vermiştir. Şöyle ki;

«Ayasofya gibi kubbeli bir caminin kubbesindeki taşların muallakta durmaları ve o vaziyeti teşkil etmeleri taşlardan istenilse, nihayet derecede suubetli olduğunu ve bir ustadan o vaziyet istenilse, nihayet derecede kolay olduğunu…» (Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 435)

Bir tevhid dersini verirken misalde bile ‘Ayasofya’ vurgusu yapmaktan geri kalmaz Üstâd Bediüzzaman.

İkinci olarak; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Ayasofya Camii’nde olan hatıralarıdır ki, eserlerinde konuyla ilgili yerler geçmektedir. Ayasofya Camii’nde konuşma yapması, cami çıkışında münazaralar olması ve benzeri birçok anektod mevcuttur. Bunlardan bazıları şunlardır;

Bunların başında ‘Ayasofya Camii’nden çıkılıp çayhaneye oturulduğunda’ Üstâd Bediüzzaman Hazretleri i̇le ‘Mısır Camiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi’ arasındaki konuşma gelir;

«Mısır Camiü’l-Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahît Efendi, İstanbul’a bir seyahat için geldiğinde Kürdistan’ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek, İstanbul’da bulunan Bedîüzzaman Said Nursî’yi ilzam edemeyen İslâm uleması, Şeyh Bahît’ten bu genç hocanın (Bedîüzzaman’ın) ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahît de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti, Ayasofya Camii’nden çıkılıp çayhaneye oturulduğunda, bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahît Efendi, Bedîüzzaman Said Nursî’ye hitaben:

مَا تَقُولُ فٖى حَقِّ الْاَوْرُوبَا وَ الْعُثْمَانِيَّةِ

Yani “Avrupa ve Osmanlı Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir?” Şeyh Bahît Efendi hazretlerinin bu sualden maksadı, Bedîüzzaman Said Nursî’nin şek olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekâsını tecrübe etmek değildi. Zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak fikrinde idi.

Buna karşı, Bedîüzzaman’ın verdiği cevap şu oldu:

اِنَّ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِالْاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ اَيْضًا يَوْمًا مَا

Yani Avrupa bir İslâm devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa devletine hamiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.

Bu cevaba karşı, Şeyh Bahît Hazretleri: “Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı kanaatte idim. Fakat bu kadar veciz ve beliğane bir tarzda ifade etmek ancak Bedîüzzaman’a hastır.” demiştir. Nitekim Bedîüzzaman’ın dediği gibi ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş. Bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde, şeair-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye’de yerleştirmekle ve şimdi Avrupa’da, Kur’an’a ve İslâmiyet’e karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyet’i kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.» (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 754)

Ve hayatını iki kısma yani Eski Said ve Yeni Said diye ayıran Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, Eski Said Döneminde “Ayasofya Camii’nde elli bin adama takdir ile nutkunu dinlettiren bir adam”dır. (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 580)

Ayasofya Camii, Bedîüzzaman’ın hayatında hep var olmuştur. Ve o mücâhid-i İslâm’ın Ayasofya Camii’nde birçok hatırası vardır.

Mesela yine Eski Said döneminde Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, Ayasofya’da birçok defa ulemâ ve talebeyi nutuklar vermiştir. Tarihçe-i Hayat eserinde konu ile ilgili şunlar geçmektedir;

«Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddid nutuklar ile şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın, şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki:

سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ

Hadîsinin sırrıyla, şeriat âleme gelmiş tâ istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin.

Herhangi bir nutuk îrad ettim ise her bir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa bürhan ile ispata hazırım. Ve dedim ki: “Asıl şeriatın meslek-i hakikisi, hakikat-i meşrutiyet-i meşruadır.”» (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 64)

‘Bayezid’de Talebe içtimaı’ diye isimlendirebileceğimiz bir vak’a mevzu bahistir;

«Ferah tiyatrosundaki heyecan, büyük bir patlağın eşiğine gelinmişken, onun müdahalesiyle önlendiği gibi, Bayezid talebe içtima’ında da aynı tarzda hizmeti olmuştur.

Bayezid talebe içtimaı hadisesi şöyle cereyan etmiştir:

Daha önceleri Osmanlı padişahları, ilmiye sınıfını, ya’ni Medrese talebelerini ve ulemayı askere almıyorlarken, ikinci Meşrutiyet’in i’lânından sonra, Harbiye Nezareti; (Milli Savunma Bakanlığı) “Medrese talebelerine tanınan bu imkânın, sû-i istimal edildiği gerekçesiyle; bundan sonra, talebeyi imtihana tabi tutacak, ancak imtihanı kazananlar askere alınmayacak” şeklindeki kararına karşı, medrese talebeleri bir protesto mitingi tertiblediler. Harbiye Nezareti’nin, dolayısıyla İttihad ve Terakki güdümündeki hükûmetin bu kararının şeriata aykırı ve dine karşı bir ta’riz, bir muhalefet olduğunu, mitingde konuşmacılar tarafından nutuklarla ilân edileceği sırada, Bediüzzaman Hazretleri, bu ateşe de yetişiyor ve söz alarak şeriat ile Meşrutiyet’in birbirine zıd şeyler olmadığını, dolayısıyla Harbiye Nezareti’nin bu kararının gayr-ı meşru’ ve dine muhalif bir şey olmadığını söylüyor ve talebeyi teskin edip dağıtmaya muvaffak oluyordu.

Talebenin bu toplantısının 27 şubat 1909 cumartesi günü vaki’ olduğu söylenmektedir.» (Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 1, s. 253)

Bir de ‘Ayasofya Mevlidi’ ve ‘Ferah Tiyatrosundaki heyecan’lı olay vardır ki, bizzat yerinden okuyalım;

«Kaç defa büyük içtimalarda, heyecanları hissettim. Korktum ki avam-ı nâs, siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lafızlarla heyecanı teskin ettim. Ezcümle: Bayezid’de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim. Bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı.» (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 66)

Bu konuyu izah sadedinde Mufassal Tarihçe-i Hayat eserinde şu bilgiler vardır;

«Bediüzzaman’ın bu ifadesinden anlaşılıyor ki; Beyazıt talebe içtimaında, Ayasofya mevlidinde ve Ferah tiyatrosundaki meşhur konferanstan başka, daha pek çok, büyük-küçük heyecanlı ve tahrikçi toplantılara koşmuş, yetişmiş ve teskin etmiştir. Zât-ı şerifleri o zaman herkes tarafından hürmetle karşılandığı için, nasihatleri te’sir ediyor ve o kalabalık heyecanlı toplantıları dağıtmaya muvaffak oluyordu.» (Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 250)

Konu ile ilgili bir hatıra şu şekildedir;

«(O zamanları idrak etmiş gazeteci, yazar muhterem Râif Ogan’ın bu mevzudaki hatırası şöyledir)

“Bediüzzaman merhumu İkinci Meşrutiyet’te verdiği konferanslarında tanıdım. Mesela bunlardan “Mizancı” Murat Bey şehzadebaşı’nda “Romalıların yükselme ve alçalma devirleri” hakkında konferans veriyordu. Burada İttihâdçılar hadise çıkardı. Murat Bey’i vuracaklardı. Tiyatroyu emniyet mensubları sardı. O hadisede Said-i Nursi çıkıp halkı teskin etti. Yaptığı bir konuşma ile, hadiseyi yatıştırdı. Kim bilir ilerideki hadiseler belki de o gün çıkacaktı. Yaptığı vecîz ve te’sirli nasihatlerle halkı sükûnete çağırdı. Yoksa İttihâdçılar çok ileri gidecekti.

Hazret çok şeci’ bir insandı. Binaenaleyh kendisine i’tiraz olunmayacak bir surette, herkesin hoşuna gidecek bir şekilde konuşmayı bilirdi. İ’tiraza mahal bırakmazdı.» (Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 251’den naklen; Bkz. Aydınlar Konuşuyor, s. 168)

Bir diğer hatıra ise şudur;

«Yine o günlere yetişmiş Merhum Süleyman Çapanoğlu ise, aynı bu hadiseyi şöyle anlatır:

“Mizan gazetesinin sâhibi ve baş yazarı tarihçi Murat Bey, şehzadebaşı’nda, Ferah tiyatrosunda, İttihad ve Terakkî idaresiyle Roma devletinin mukayesesi için verdiği “Romalıların yükselme ve alçalma sebepleri” adlı konferansında, İttihad ve Terakki’ye karşı giriştiği tenkidler sebebiyle, salonu dolduran İttihadçıların gürültü çıkararak, hakaret ve sövme ile konferansını yarıda bıraktırmaları ve kendisinin tekrar kürsüye çıktığı takdirde tabanca çekilerek mani’ olunacağını bildirmesinden sonra, dinleyicilerin iki grup halinde birbirine girdiği, itişme ve kakışmaların başladığı sırada; birden bire bir yay gibi fırladığı koltuğun üzerinde gür bir ses ile: “Ya Eyyühel Müslimîn!” diye söze başlayarak, salona bir anda hâkim olduktan sonra; konuşma hürriyetine saygı göstermek lâzım geldiğini bir hatibin sözünün kesilmesinin ayıp olduğunu ve terbiye sınırlarının dışına çıkmanın, Meşrutiyet ve Hürriyeti i’lan etmiş bir millet için utanılacak bir hareket olduğunu,

İslâm dininin fikre saygı göstermeyi emrettiğini; sözlerini ayetlere, hadislere isnad ettirerek; İslâm tarihinden örnekler vererek; Hazret-i Muhammed (A.S.M.)’in müşaverelerini ve irşadkâr sözlerini ve hitabelerini şahid tutarak, terbiye ve nezaket dairesinde dağılmalarını tavsiye etti.

O bütün külhanbeyleri, şirretler veya yaygaracılar süt dökmüş kedi gibi dağılması, hâlâ hafızalarda yaşar.” (Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 251-252’den naklen; Bkz. Bilinmeyen Taraflarıyla Said Nursi, s. 110-111)

Ayasofya Mevlidi’nde bizzat bulunan Hafız Ali Rıza Sağman’ın da konu ile ilgili hatırası şöyledir;

«Ayasofya Mevlidi’ni bizzât idrak etmiş meşhur Mevlidhan Hafız Ali Rıza Sağman da şöyle bir hâtırasını kaydetmektedir:

“1909’da Ayasofya Cami-i şerifinde okunan bir mevlidde Musullu meşhur Hafız Osman’ın okuduğu Mevlid ile Bediüzzaman’ın kürsüde, ayakta irad ettiği mev’ize şaheser idi.”

Volkan gazetesi 5 Nisan 1909, sayı: 95, Pazartesi tarih ve numaralı nüshasında, Üstâd’ın öğleden evvele hususi recalarla kürsîye çıktığını ve bir nutk-u beliğ îrad buyurduklarını kaydeder. Aynı gazete o hengamede nutkunu zapt edemediklerini ama bilahare’ kendisinden nutkun bir suretini alıp ileride neşredeceklerini yazmış, lâkin Volkan’ın sonraki sayılarında bu nutuk neşredilmemiştir.

Volkan’ın aynı sayısında mevlid-i şerifi okuyan Musullu meşhur Hafız Osman el-Mevlevî olduğunuda kaydeder.» (Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 1, s. 257)

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri Ayasofya’dan, mebuslara yani milletvekillerine dahi hitap ermiştir. Bu konu ne kadar biliyor ve gündem oldu? Maalesef çoğu kişinin bundan haberi bile yoktur. Bahsettiğimiz konunun geçtiği satırlara bir de yerinden bakalım;

«Avrupa, bizdeki cehalet ve taassup müsaadesiyle, şeriatı –hâşâ ve kellâ– istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camii’nde mebusana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki:

Meşrutiyeti, meşruiyet unvanı ile telakki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdab-ı şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrad ve avam-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa sefih ve itaatsiz olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki namaz sahih ola. Zira hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dava ettim.» (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 65)

«Bediüzzaman’ın Ayasofya’daki hitabesi elbetteki bu bir iki cümleden ibaret değildir. Fakat hitabesinin özeti ve mevzuunun hülâsası budur.

Ayasofya’da yapılan bu büyük içtima’, elli bin kişiden fazla imiş. Bediüzzaman Hazretleri bu elli bin kişilik cemaata, hem de çeşitli ve muhtelif fikir sahiblerinden ve mütecessis niyetler taşıyan bir sürü insandan müteşekkil bir kalabalığa hitab etti. Herkes pür-dikkat ve huzur ile Üstâdı dinliyordu. Çok açık ve sarih olarak, pervasız ve endişesiz bir şekilde nutkunu okuyordu.

Bazı rivayetlere göre, Bediüzzaman’ın arkadaşlarından bir zât, cami’ giriş kapısına yakın bir yerde oturmuşken, onun pervasız ve celâdetli nutkunun bazı cümlelerinden dehşet almış.. tam o sırada, Bediüzzaman nutkunun burasında “Kabr-i kalbten hakaik çıplak çıkıyor, nâmahrem olanlar nazar etmesin” şeklinde serd-i kelâm etmiştir. Bu ifade, dinleyiciler arasında hafiyecilik yapanlara bir cevab olduğu gibi, sözlerinin şiddet ve celâdetinden dehşet alanlara da, bir çeşit cevab teşkil ediyordu. O cümlenin mânâsı: Kalbin derinliklerinden gerçekler kefensiz bir şekilde, olduğu gibi çıkmaktadırlar. Edebiyat veya kelâm rüşveti gibi perdelere sarılmadan mücerred hakikatlar çıplak olarak zuhur ediyor. Bu hakikatleri hazmedemeyenler veya korku ve telâş içinde dinleyenler dinlemesinler.» (Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 1, s. 255)

Tarihçe-i Hayat eserinde bir yazıda, Eski Said döneminde Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin hayat sahaları bir mektupta gayet mükemmel anlatılırken şu ifadeler geçmektedir;

«İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi namındaki matbu eski müdafaatımı görenlerin tasdikiyle; 31 Mart Hâdisesi’nde, bir nutuk ile isyan etmiş sekiz taburu itaate getiren ve bir zaman gazetelerin yazdıkları gibi İstiklal Harbi’nde Hutuvat-ı Sitte namında bir makale ile İstanbul’daki efkâr-ı ulemayı, İngiliz aleyhine çevirip harekât-ı milliye lehinde ehemmiyetli hizmet eden ve Ayasofya’da binler adama nutkunu dinlettiren ve Ankara’daki Meclis-i Mebusanın şiddetli alkışlamasıyla karşılanan ve yüz elli bin banknot –yüz altmış üç mebusun imzasıyla– medrese ve dârülfünuna tahsisatı kabul ettiren…» (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 260)

Yukarıda geçen “elli bin” ifadelerini tasdiken burada da “Ayasofya’da binler adama nutkunu dinlettiren” ifadeleri geçmektedir. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri Ayasofya’da vaaz û nasihat, nutuk ve insanları bilinçlendirmek için çaba sarf etmiştir.

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin gençlik yıllarında Ayasofya’da kaldığı olmuştur. Ve oraya gelip Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’ne sorular sormuşlardır. Abdurrahman Güzelyazıcı Hoca’nın konuyla ilgili bir hatırası ve orada sorulan soruya verilen cevap şu şekildedir;

«İstanbul Müftülüğü yapmış, çok değerli âlim, fazıl Abdurrahman Güzelyazıcı Hoca Efendi, Bediüzzaman Hazretleri’nin 1918-1922 hayat dönemine ait bazı hatıralarını şöyle yâd etmektedir:

“Bediüzzaman Said-i Nursi’yi 50-55 sene evvelinden tanırım.” O zaman İstanbul’da Ayasofya’da kalırdı. Biz o zaman medresede talebe idik, kendilerini yakından tanırdım. Bana daima: “Şeyh Abdurrahman, Şeyh Abdurrahman!” diye iltifat ederdi.

Bir gün Ayasofya’da, hocalar ve talebeler kalabalık bir grup kendisine bir sual sordular: “Hanefîler imama uyuyor ve imam arkasında Fatiha okumuyorlar. Fakat Şafiîler imama uydukları halde Fatiha okuyorlar. Bunun hangisi doğru ve haktır? Hakikatte nefsü’l-emirde bu mes’elenin mahiyeti nedir?”

Sual nâzikti, kendisi Şafiî mezhebindendi, suali soranlar ise, Hanefî idiler. Şafiîlerin lehinde bir şey söylese, suali soranlara karşı iyi bir şey olmayacaktı. Hanefîlerin lehinde konuşsa yine olmayacaktı. Çünkü kendisi Şafiî idi… Çok yüksek ve parlak zekâya sahipti. Bu suale de zekâsının yardımı ile hemen bir cevab verdi. Daha bir çok müşkil mes’elelerden de zekâsının buluşlarıyla sıyırılıp çıkardı. Bakın bu suale nasıl cevab verdi:

“Şafiîler ekseriyetle köylü, bedevî ve köyde yaşayan insanlardır. Hanefîler ise; şehirli, medeni ve şehirde yaşayan insanlardır. Köyde herhangi bir mes’elenin müzakeresinde konuşma ve görüşme sırasında hem muhtar, hem imam, hem köyün ihtiyar hey’eti, hem köylülerin hepsi konuşurlar. Köy kahvesi şeklinde münazara ve münakaşa ile mes’elelerini hallederler. Şehirde ise, herhangi bir mes’elenin müzakere ve görüşülmesinde; şehirli ve medenî insanlar içlerinden bir temsilci seçerler, bu temsilci umum namına konuşur. Böylece mes’elelerini bir neticeye bağlarlar.

İşte imam arkasında Şâfiîlerin Fatiha okumasıyla, Hanefîlerin okumaması böyledir. Şafiîlerde herkes meramını anlatır. Hanefîlerde ise, bir imam ve bir temsilci onlar namına konuşur.”» (Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 1, s. 507-508)

Ayasofya’da Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin nutuk verdiğinin bir diğer şahidi ise, Diyanet İşleri Eski Başkanı Ahmed Hamdi Akseki’dir.

Ahmed Hamdi Efendi de şöyle anlatıyor; «Ayasofya Camiinde, binlerce kişiye, aziz kahraman Molla Said’in nutkunu anlatırken, hayretler içinde kaldık…» (Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 3, s. 1752)

Üçüncü olarak; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Ayasofya’nın ‘vaziyet-i kudsiyesine’ çevirilip cami olmasını talep etmesidir. Meselâ;

«Nasıl ezan-ı Muhammediyenin (asm) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi öyle de Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslâm’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâm’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilan etmelidirler. Tâ bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslâm’ın teveccühünü kazandıkları gibi başkalarının zalimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.» (Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 164)

Bir diğer lâhika mektubunda ise şunları okumaktayız;

«Hem Demokrat’a ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etmek için Ayasofya’yı muzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır.» (Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 236)

Dikkat edilirse üç madde sayıyor burada Üstâd Bediüzzaman.

1 – Ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek

2 – Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak

3 – Âlem-i İslâm’ı, hattâ bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etmek için Ayasofya’yı muzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmak

Ezan-ı Muhammedi’yi aslına çevirmek Üstâd Bediüzzaman Hazretleri döneminde gerçekleştirildi. Ama diğer iki madde sonraki döneme kalmış vazifelerdendir.

‘Ayasofya’yı muzahrefattan temizle’mek mânâsını “Ayasofya’yı puthane ve Meşihatı kızların lisesi yap”ma (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 564) mevzusu açmaktadır.

Üçüncü maddede geçen ‘Ayasofya’ için ‘muzahrefattan temizleyip ibadet mahalli yapmak’ ifadesi mühimdir. Ama daha dikkat çekici olan ise, Ayasofya’nın camii olarak ibadete açılması meselesinin ‘bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etme’sidir. Bunun nasıl tahakkuk edeceğini zaman gösterecektir. Nitekim “her zamanın bir hükmü var. Zaman dahi bir müfessirdir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemat , s. 22)

Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılıp müzeye dönüştürüldüğü dönem ile ilgili şu değerlendirmeler ise yürek burkmaktadır;

«Ayet yazılı âbidelerini, kitabelerini parçalatan; Ayasofyada Allah, Muhammed ve Hulefa-ı raşidîn’in isimleri yazılı levhaları asırlardan beri durduğu yerden indiren ve cami, dışına çıkarıp görünmez bir yerde parçalatmak isteyen, fakat kapıdan çıkmadığı için Cami’nin bir köşesine atan .. Ve Bulgaristan’da dünyanın her tarafından gelen muhtelif Hristiyan murahhaslardan mürekkep toplantıya, buradan hususî murahhas gönderen; ve orada alınan kararlar mucibince Ayasofya’yı Cami’likten çıkarıp müze haline getiren, Amerikadan mimarlar celb edip; Allah, Peygamber ve Hulefa-i Raşidîn levhalarının arkasındaki Bizans putlarını bin itina ile meydana çıkaran kimdi?» (Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 3, s. 1742)

Bu ifadeler ışığında ‘muzahrefat’ tabiri ile ‘puthane’ tabiri daha iyi anlaşılmaktadır.

Dr. Tahsin Tola’nın Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Ayasofya’nın camiye çevrilmesi’ ile ilgili bir hatırası şöyledir;

«Üstâd çok telaşlı idi. Gelen bir musibeti, bir felâketi önlemek istiyordu. Daha sonra şu haberi gönderdi;

“Ayasofya’yı tekrar camiye çeviriniz!.. Risale-i Nur’un serbestiyetini resmen ilân ediniz!.. Eğer bunları yaparsanız, biz de sizlere ismen dua etmeye karar vereceğiz.”» (Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat 3, s. 2007; Son Şahitler, c. 4, Dr. Tahsin Tola’nın Hatıralarından)

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri ‘sizlere’ yani Ezan-ı Muhammedi’yi aslına çevirenlere ‘ismen dua etmeye karar ver’meyi, 2 şarta bağlıyor.

1 – Ayasofya’yı tekrar camiye çevirirseniz,

2 – Risale-i Nur’un serbestiyetini resmen ilân ederseniz.

Görüldüğü üzere Bediüzzaman’ın gündeminde hep istek olarak “Ayasofya” vardır.

Yine Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin ‘Ayasofya’ talebi ile ilgili bir hatırayı Bayram Yüksel Ağabey şöyle anlatıyor;

«”1950 senesi başlarında Üstad Hazretleri, Emirdağ’a gelmişti. O zaman Emirdağ’daki Çalışkanlar hanedanı, Hamza Emek, Mustafa Acet, Mustafa Bilal, Sadık Kalender, sıhhiye memuru Hayri Bey nöbetle Üstada hizmet ediyorlardı. Ben de bazen Emirdağ’ın pazarı olduğu, Salı günleri Emirdağ’a Üstadımızı ziyarete geldiğimde, sıhhiye memuru Hayri Beyden anahtarı alıp Üstad’ın yanına gidiyordum. Üstad’ın çayını, yemeğini pişirip, evini temizleyip, akşamları köye dönerdim.

“O sıralarda Aydın-Ortaklar’da Ahmed Feyzi Ağabeyin ziyaretine gitmiştim. Orada biraz kaldım. Ahmed Feyzi Ağabeyler de Üstadımıza verilmek üzere, onar kiloluk birer teneke zeytin ve zeytinyağını benimle göndermişlerdi. O sıralarda Sungur ve Ceylan Ağabeyler Ankara’da kalıyorlardı. Beni onların yanına gönderdi. Zeytin ve zeytinyağını da onlara götürmemi söyledi.

“Giderken DP Afyon Milletvekili Gazi Yiğitbaşı Beye hitaben bir mektup yazıp verdi. Ayrıca da

‘Git, onları tebrik et, Ezan-ı Muhammedi’yi serbest bırakmakla büyük bir kuvvet kazandıkları gibi, Risale-i Nurların neşrine ve Ayasofya’nın açılmasına çalışsınlar.’ demişti.» (Son Şahitler, c. 3, Bayram Yüksel’in Hatıralarından)

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, o dönemde ‘Ezan-ı Muhammedi’yi serbest bırak’anlar için, ‘Yeter bu kadar yaptığınız hizmet! Daha da bir şey yapmaya gerek yok!’ demiyor. Aksine bununla yetinilmeyip 2 tane daha istediğini arz ediyor. Şöyle ki;

1 – Risale-i Nurların neşredilmesi.

2 – Ayasofya’yı açılması.

Yani bize buradan bir pay düşmektedir. Üstâdımız Bediüzzaman Hazretleri’nin 3 isteğinden 2’si Elhamdülillah vuku buldu. Ama bununla yetinmeyip üçüncü yapılması gereken “Risale-i Nur’un devlet eliyle basılması/Diyanet tarafından neşredilmesi” için çaba ve gayret sarf edilmelidir.

Ayasofya’nın açılması nihai son nokta değil, aksine bir başlangıçtır. Çünkü fetihler bitişi değil yeni fetihleri müjdeler.

Bediüzzaman Hazretleri, hayatta iken bizzat talebelerini Ayasofya konusunu konuşmak üzere devlet erkânlarına göndermiştir. Konuyla ilgili Veli Işık Kalyoncu şöyle anlatıyor;

«Bir defasında Üstadımız, Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması için ağabeylerimizden birisini göndermiş; bunun için tek tek dindar milletvekilleri ile görüşmeler yapılmıştı. Bu görüşmelerin bazılarında biz de bulunurduk. Üstadımız daha çok hizmet gayesi ile Sungur Ağabeyi, sonra Ceylan ve Bayram Ağabeyi gönderirdi. Bazen Zübeyir Ağabeyi de gönderdiği olurdu.» (Son Şahitler, c. 4, Veli Işık Kalyoncu’nun Hatıralarından)

‘Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması’ için ’tek tek dindar milletvekilleri ile görüşmeler yapıl’mıştır. Üstâd Bediüzzaman Hazretleri, bu derece üzerinde durmuştur; Ayasofya’nın.

Ayasofya’nın fethinin, İttihâd-ı İslâm’ın tesisine bir mukaddime olması Rahman-ı Zü’l-Celal’den isteriz.

Tarihçe-i Hayat eserinde geçen bu duygu yüklü satırları hakkalyakin yaşamayı Allahu Teâlâ bizlere nasip ve müyesser eylesin;

«Rüyalarımız dahi neşe ve ferahla dolu… Düşmanlarımızın ise yüzleri daha ziyade karardı. Nifaklarının hiçbir şey yapmadığını ve yapamayacağını artık biliyorlar. Üstadımız, İstanbul’un şahsiyet devrinin yadigârı olan her şeye yeniden can verdiler. Kardeşlerimizin gözünde, şehrin manzarası birdenbire değişti. Ayasofya, Sarayburnu’na kadar uzandı. Minarelerinde yine ezan-ı Muhammedî (asm) okunuyor; içinde, hâfızlar yeniden Kur’an-ı Kerîm tilavetine başladılar. Fatih, her gün türbesinden kalkarak, fethettiği şehrin büyük ve mübarek misafirine “Hoş geldiniz!” diyor ve onu tebrik ediyor. Yeni Cami’nin şerefesinden Beyoğlu’nun en karanlık ve mülevves izbesine kadar nüfuz edecek ışık tufanını şimdiden görür gibi oluyoruz.

Hepsinin Ayasofya’nın, Fatih’in, Sultan Ahmed’in, Eyyüb’ün ve Süleymaniye’nin ve bütün Müslüman İstanbul’un hicab perdelerini yüzlerinden atışı ve bize daha muhteşem ve daha samimi görünmeleri, bu büyük teşriften ve bu ulvi nurdan. Üstadımız, artık bu şehrin güneşi. O giderse ufkundaki güneş de onu takip edecek ve milyonluk şehir kararıverecek. Tesellimiz, Fatih şehrinin Risale-i Nur’la aydınlanacağı ve parlayacağı ümididir.» (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 662)

Yaptığımız bu çalışma ile amacımız “Ayasofya Dâvâsının Mümessili – yani Temsilcisi – olan Üstâd Bediüzzaman Hazretleri”nin, Ayasofya’ya bakış açısı ve eserlerine nasıl aldığı konusunda naçizane bir katkı sağlamaktan ibarettir.

Biz de Üstâdımız Bediüzzaman Hazretleri gibi diyoruz ki; “Evet, ümitvar olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır!” (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 133)

Bir müjdeyi de yazımıza eklemek istiyorum;

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz,

«Hem –nakl-i sahih-i kat’î ile–

سَتُفْتَحُ الْقُسْطَنْطٖينِيَّةُ فَنِعْمَ الْاَمٖيرُ اَمٖيرُهَا وَنِعْمَ الْجَيْشُ جَيْشُهَا

deyip İstanbul’un İslâm eliyle fetholacağını ve Hazret-i Sultan Mehmed Fatih’in yüksek bir mertebe sahibi olduğunu haber vermiş. Haber verdiği gibi zuhur etmiş.» (Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 105)

Hadîs-i Şerîf’in meâli ise şu şekildedir; “İstanbul fethedilecektir. Onu fethedecek olan kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel ordudur.” (El-Hâkim, el-Müstedrek, 4:422; Buharî, Târihü’s-Sağîr, no. 139; Müsned, 4:335; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:218)

Bu hadîs-i şerîfte birinci fetihe açık işaret olduğu gibi, fethin sembolü olan ikinci fethe de remzen işaret vardır.

Son olarak Fatih Sultan Mehmed Han’ın Ayasofya ile ilgili Arapça Vakfiyesinin Tercümesini beyan etmek istiyorum;

“İşte bu benim Ayasofya vakfiyem dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse, onu iptal veya tecile koşarsa, fasit veya fasık teville veya herhangi bir dalâvereyle Ayasofya Camii’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederse aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek mütevelli hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterine kaydeder veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar! Bu sebeple bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen lâneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene olacaktır. Allah’ın azabı onlaradır Allah İşitendir, Bilendir.” (Fatih Sultan Mehmed Han / 1 Haziran 1453 , Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nde Bulunan Ayasofya İle İlgili Arapça Vakfiyenin Tercümesi)

Burada geçen “Bu sebeple bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen lâneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.” şeklindeki lanetten tüm milletimiz kurtulduğu için Cenâb-ı Vâcibü’l-vücud olan Allah’a yüz binler şükür olsun.

Vesselâm.


Selam ve dua ile.

Nurani Müdafa

Yazar: Abdulkadir Çelebioğlu

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page